Barış AYGENER

b.aygener@gmail.com
11.05.2019 / 11:20

Barış AYGENER

Gerçekten bilime ihtiyacımız var mı?

Okuduğum üniversitede yüksek lisans ve doktora tezlerinin savunulduğu bölüm odası vardı, küçük bir kütüphane de barındıran bu oda tez savunmaları olduğunda kullanılır, diğer zamanlarda kullanılmazdı.

Sürekli kapalı olan kapının zaman zaman açılmasıyla bölüm koridoruna yayılan telaşı hissedebilirdiniz.

Bizler, üniversite ile yeni tanışmış öğrenciler, cüppeli hocalardan oluşan kalabalığı kapı aralığından görüp heyecanlanırdık. Yine bir gün sabah saatlerinde bir hocayla konuşmak üzere bölüme gitmiştim, görüşmek istediğim hocayı odasında bulamadım, bölüm sekreterine baktım haber almak için, yoktu, sanırım acil bir durum vardı.

Bir an önce ulaşmak istiyordum hocama, belki başka bir hocanın odasındadır düşüncesiyle kapı kapı dolaşmaya başladım, kapısını çaldığım odalarda kimse yoktu. Yarım saate yakın bekledim birilerine rastlarım diye. Umudumu kesmişken tez savunma odası olarak kullanılan odanın kapı kilidinin açıldığını ve içeriden boş çay bardaklarıyla dolu bir tepsiyle hizmetlinin çıktığını gördüm.

Kapı aralığından aradığım hocayı siyah beyaz, eski bir televizyonun karşısında buldum, ayrıca bölüm sekreterini ve kapılarını çaldığım en az iki hocayı da bu sırada fark ettim. Hizmetli abiyi yakalayıp telaşla, “Hocama ulaşmam lazım.” dediğimde hizmetli “Şimdi Yalan Rüzgarı vakti. Rahatsız edilmek istemezler. Zaten az kaldı, biter birazdan.” diye beni hem uyardı hem sakinleştirdi. Bir de ekledi: “Sen yenisin galiba?”

Evet, yeniydim. Bilmeyenler ya da hatırlamayanlar için Yalan Rüzgarı’nın 1973 yılında yayınlanmaya başlayan ve uzunca yıllar yayınlanmaya devam eden, zengin ailelerin aşk, entrika ve hırs dolu yaşamları etrafında gelişen sürükleyici olayları anlatan, Amerikan yapımı, üçüncü sınıf bir pembe dizi olduğunu söylemem gerekiyor. Ülkemizin başkentindeki hatırı sayılır bir üniversitede durum buydu.

Yıllar sonra aynı odada buldum kendimi, bu sefer yüksek lisans tezimin savunmasını yaparken. Aradan yıllar geçmişti, değişenler olmuştu odada; sandalyeler, duvardaki tablolar, bir de televizyon; artık eski siyah beyaz görüntülü, tüplü televizyon yoktu, bunun yerinde renkli, ses ve görüntü kalitesi yüksek bir televizyon vardı. Tez savunmamı yaparken gözlerimin önünde bir film sahnesi belirdi:

Kadınlı erkekli bir salon. Bir adam masada oturuyor, diğerleri ayakta, her biri adamın yanına gelip masasının üstüne bir dolma kalem bırakıyor, az sonra masanın üzeri yan yana dizilmiş kalemlerle doluyor. Bu sahne, deha matematikçi John Nash’in yaşamını konu alan ve Türkçeye Akıl Oyunları diye çevrilen filmden.

Filmde bu sahne, genç Nash’e gösteriliyor, “Bölümün en büyük başarısına imza atan üyesi için düşünülmüş bir ayrıcalık.” deniyor ve “Ne görüyorsun John?” diye soruluyor, John cevap veriyor: “İtibar”. Kalem bırakma, Batı’da bir bilim adamının alanına yaptığı katkılardan, gösterdiği üstün başarıdan ötürü meslektaşları tarafından kendisine hayranlık ve saygı duyulduğunu gösteren bir gelenek. Yıllar önce tanık olduğum durumla zihnimde beliren film sahnesini ilişkilendirince içim acımıştı.

Bunları ne zaman hatırladım?

Kanada yapay zekâyla zihin okuma üzerine çalışırken, ABD uzaydaki karadeliği görüntülüyordu. Fransa yenilenebilir enerjide lider olurken, Çin atom kalınlığında bellek yapmayı başarmış, Japonya HRP-5P isimli insansı robotu basına tanıtmıştı. Ülkemizin gündemi söz konusu ülkelerin gündeminden farklıydı.

Türkiye’de yerel seçimler sonrasında yapılan itirazlar üzerine on beş gündür oy sayma işlemi devam ediyordu. Ve ben bu satırları kaleme alırken seçimlerin iptal kararının haberini dinliyordum.

Gerçekten bilime ihtiyacımız var mı?

Atatürk, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” sözünü 1924 yılında söylemiş. En azından o günden bugünlere bilim ve teknolojiyi kendimize rehber kılabildik mi? Ne yazık ki hayır. Toplumsal yaşamımıza, karşılaştığımız durum ve sorunları bilimin aydınlığında çözmeye niyetlendik mi, bilime ve bilim adamlarına ne kadar yer açtık, ne kadar değer verdik? Dünyanın ve toplumunun sorunlarını kendine dert edinecek bilim adamlarını yetiştirebildik mi?

Geçenlerde arkeolog bir arkadaşım söylemişti: “Türkiye’de yaşamış eski uygarlıklardan hangilerini biliyorsunuz?” sorusu karşısında soruya muhatap insanların yarısı, cevap olarak tek bir uygarlık sayamamış. Durum bu. Ülkemizde petrolden de değerli bir maden olan bor madeninden söz ediliyor yıllardır. Dünyadaki toplam rezervinin büyük bir kısmı bizim topraklarımızda. Biz bu madenden ancak deterjan yapabiliyoruz. Çin, aynı madeni işleyerek bilgisayardan pile, transistörden dokunmatik ekrana pek çok yerde kullanılan grafenin yerini alacak borofen adında ürün geliştiriyor. Aklı rehber kılamayınca değerinden ucuza bozduruyoruz elimizdeki paha biçilmez hazineleri.

Felsefeci Ahmet Arslan, kendisiyle yapılan bir söyleşide entelektüel tarihimizde yer alan insanları değerlendirirken şöyle diyor: “Bu tür insanların bu dünya içinde şu veya bu tarihsel, rastlantısal gelişmeler sonucu ortaya çıkmasıyla bu dünyanın veya kültürün bu tür insanların varlığına ihtiyaç duyan, onların ortaya çıkmasına imkân veren, onları teşvik eden, koruyan, daha da önemlisi onlardan beslenen toplumlar olmaları birbirinden farklı şeyler.” Ne doğru söylüyor, değil mi? Bizim açık, eleştirel, sorgulayıcı, araştırmacı, meraklı, bağımsız düşünebilen insan tipine ihtiyacımız var mı?

Ne yazık ki toplumsal yaşamımızı neredeyse tümüyle efsaneler üzerine kurmuş durumdayız. Borges’in, Marquez’in romanlarında karşılaştığımız büyüsel gerçeklik dünyası gibi dünyadan kopuk yaşıyoruz.
Çevremizde toplumu, dünyayı dert edinmiş bir avuç insan var. Bu insanlar, yarattığımız ve içinde yaşadığımız büyüsel gerçeklik dünyasına rağmen bilimin aydınlığını önemseyen insanlar, Bernstein’ın Mozart için söylediği rivayet edilen “Tanrı’nın bize hak etmediğimiz bir hediyesi” nitelendirmesini haklı kılacak insanlar.

Eğer bizlerin gerçeklik karşısında uyanmış, bağımsız düşünebilen insanlara değer veren bir toplum olduğumuzu düşünüyorsanız en azından çok izlenen televizyon programlarına, çok takip edilen sosyal medya hesaplarına, tıklanma rekorları kılan videolara bir bakın derim.

 
YORUMLAR
Medyaloji Yazarları
Halef R.  VAYIS Neslihan KABAOĞLU Meltem AŞCİ Hüseyin MOVİT
Milyonlarca sinek yanılıyor olamaz…
Tüm Yazarlar