Sedat Ergin'den "Medya okuryazarlığı dersi zorunlu olsun" çağrısı

Medyaloji.net » medya » Sedat Ergin'den "Medya okuryazarlığı dersi zorunlu olsun" çağrısı
Sedat Ergin'den "Medya okuryazarlığı dersi zorunlu olsun" çağrısı

Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, sosyal medyadaki büyük tehlikeye işaret edip "Medya Okuryazarlığı" dersinin okullarda zorunlu olması gerektiğini vurguladı.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından son dönemde müfredata dahil edilen medya okuryazarlığı dersi üzerine bir süredir devam eden tartışmalara Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin de dahil oldu. Gelişen sosyal mecralar karşısında her kullanıcının aynı zamanda 'haber kaynağı' haline geldiğine dikkat çeken usta gazeteci, gençleri sağlıklı enformasyonla yönlendirmek için medya okuryazarlığı dersinin zorunlu olması gerektiğini savundu.

Sedat Ergin'in medya okuryazarlığı konusundaki görüşlerini kaleme aldığı bugünkü yazısı şu şekilde:

Geride bıraktığımız pazartesi ve salı günlerini Almanya’nın eski başkenti Bonn’da, Almanya’nın kamu yayıncılık kuruluşu Deutsche Welle’nin düzenlediği Global Medya Forumu’nda geçirdim.

Geçen yılki toplantıya da katılmıştım. Bu yılki forum, dünyanın dört bir tarafından 300’ün üzerinde gazeteciyi bir araya getirdi. Buna ek olarak siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, düşünce kuruluşları, aktivistler gibi kesimlerden de geniş bir katılımla son derece renkli ve zengin bir tartışma ortamı ortaya çıktı. Sonuçta 2017 yılında dünyada medyayı konu alan, medyayı ilgilendiren her şey tartışıldı, büyüteç altına yatırıldı.

SEDAT ERGİN, DW TÜRKÇE'NİN SORULARINI YANITLADI: 3 SORU 3 CEVAP

Buna benzer uluslararası medya forumlarına, özellikle Dünya Gazeteler Birliği’nin (WAN) toplantılarına daha önceki yıllarda katılmıştım. Geçmişteki toplantılarla, son forum arasında gördüğüm önemli bir farka dikkat çekmek istiyorum bugünkü yazımda.

SOSYAL MEDYA ÖNCE BİR DEVRİMDİ

Bundan 10-12 yıl önce düzenlenen bu tür toplantılarda gündemi belirleyen ana konular, teknolojideki yeniliklerin haberleşmeye, gazeteciliğe, iletişim mecralarına getirdiği yenilikler olurdu. Herkes, bu yeniliklerin klasik gazeteciliği, basılı gazeteleri nasıl etkileyeceğine odaklanırdı.
Gerçekten de cep telefonlarının önce fotoğraf, daha sonra video çekme yeteneklerini kazanması yepyeni ufuklar açmış, geleneksel gazeteciliğin sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Cebinde akıllı bir telefon bulunan, bununla fotoğraf ya da video görüntüsü çekebilen, bu içerikleri başkalarıyla paylaşabilen herkes artık potansiyel bir gazeteciydi. Böylelikle “vatandaş gazeteciliği” kavramı hayatımıza girmiş oldu.

Buna paralel bir başka gelişme internet hızının artması oldu. Üçüncü dalga, bunun ardından Twitter, Facebook ve WhatsApp gibi program ve yazılımların ortaya çıkmasıyla şekillenen sosyal medya devrimiyle gerçekleşti.

Sosyal medya, büyük toplumsal değişimleri de zorladı, siyasi depremleri tetikledi. 2011’de dünya gündemini sarsan Arap Baharı, büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürüyen bir hadiseydi.
Artık geleneksel medya mecralarına da ihtiyaç kalmadığı yolunda görüşleri bile ortaya atılıyor, benzer şekilde klasik siyaset yapma yöntemleri sorgulanıyordu.


SONRA ‘POST TRUTH’ MESELESİ ÇIKTI

Peki 2017’de neredeyiz? İki gün süren tartışmaları izledikten sonra söyleyebilirim ki, gelinen noktada -özellikle toplumun bilgilenme hakkı bakımından- sosyal medyadaki patlamanın yararları reddedilmemekle birlikte, artık bu mecranın yol açtığı hasarların, sorunların da tartışıldığı, hatta bu tartışmada -yararlara kıyasla- daha geniş bir yer tutmaya başladığı bir döneme giriyoruz.

Sorunlardan biri, “fake news” denen, “çakma-uydurma haber” diye çevirebileceğimiz, olgularla ilgisi olmayan içeriklerin –gazeteciliğe özgü kontrol süreçlerinden geçmeden- dolaşıma girip “gerçek” muamelesi görmesi. Bu durum büyük bir bilgi kirliliğine yol açıyor. Son olarak ABD başkanlık seçiminde yaşanan sorunların da gösterdiği gibi, sosyal medyanın siyasi amaçlarla manipüle edilebilmesi artık demokratik süreçlere dönük bir tehdit olarak algılanıyor.

Meselenin bir de ikinci boyutu var: Sosyal medyada siyasi görüş, kanaat, aidiyet, arkadaşlık gibi ortak paydalar üzerinden oluşan kümelerin ortaya çıkması ve bu kümeler içinde sıkça kanaatlerin, duyguların ve önyargıların nesnel olguların üzerine çıkabilmesi... Bir noktadan sonra herkes kendi fanusunun içindeki bilgi paylaşımıyla yetinerek, her şeye bu fanusun içinde hüküm süren algılar üzerinden bakmaya başlıyor. Kanaatlerin, duyguların nesnel olguların üzerine çıktığı bu durum siyaset ve medya literatürüne “post truth” denen yeni bir kavram kazandırmış bulunuyor. Burada, nesnellikten uzaklaşarak ‘başkalaşmış’ bir gerçeklik algısından söz ediyoruz.

ŞİMDİ SORU: ÇOCUKLARIMIZI NASIL KORUYABİLİRİZ?

O zaman herkes durup şu soruya yanıt aramaya başlıyor: Akıllı telefonlarımızdan ve sosyal medyadan vazgeçemeyeceğimize göre sosyal medyanın yaratmakta olduğu sakıncalardan, olumsuz serpintilerinden kendimizi nasıl koruyabiliriz?

Bu noktada doğru ile yanlışın birbirinden ayırt edilmesini sağlamak üzere “sosyal medya okuryazarlığı”nın güçlendirilmesi gereği üzerinde genel bir mutabakatın yerleştiğini söylemek mümkün.
Bir de işin bütün anne-babaları ilgilendiren çocuklarla ilgili bir yönü var. Bonn’daki medya forumunda en çok ilgimi çeken toplantılardan biri, özellikle çocukların sosyal medyanın olumsuzluklarından nasıl korunabileceğini konu alan bir panel oldu. Burada, çocukların artık çok küçük yaşlarda cep telefonu kullanmaya başladıkları dikkate alınarak, ilkokuldan itibaren zorunlu sosyal medya okuryazarlığı eğitiminden geçirilmeleri, öncelikle de öğretmenlerinin bu başlıkta eğitilmeleri gerektiği görüşü dile getirildi.

Sosyal medyanın yarattığı bilgi kirliliği karşısında artık herkesin üzerinde mutabık olduğu çok önemli bir araç daha var: kaliteli gazetecilik... O meseleyi de yarın ele alacağım.  

YORUMLAR