24.10.2014 / 16:29

Esra EREN

Hissetmek...

Hissetmek kadar güzel başka ne olabilir ki Dünya'da...

Hissettiği kadar insan olmaz mı kişi... Acıyı, tatlıyı derinden hissetmektir yaşamı anlamak.

Günümüzdeki her türlü kirlilik, savaşlar, çevre katliamları, kısacası doğanın yok olması ve insanlığa yapılan zulümler, hissetme özelliğimizi git gide kayba uğrattı.

Henüz keşfedilmemiş, dejenere olup tüketilmemiş bir sahil kasabasına gittiğimizde doğanın sesi, kokusu vazgeçilemez muhteşem güzelliği karşısında körelen hislerimiz birden alevlenmez mi?

Bu hafta sizlerle, hisler üzerine 16. yüzyılda kaleme alınan ilk mimarlık ve şehir planlaması üzerine yazılmış ve müellifi Ahmet Hasiri olan "Usul-i Mi'mari-i" isimli kitaptan alınan bilgileri paylaşmak istedim... Bu konu ile ilgili sizlerin düşüncelerini de merak etmiyor değilim?

Buyurun…

İstanbullular yeni bir mahalle kurmadan önce niyetlendikleri yere kışın elma yazın da keçi eti asıp, orasının havadarlığını, nemini, sıcağını, soğuğunu tespit ederlerdi. Bir başka ilme vakıf olanlar da, bu şartlar olduktan sonra toprağı iki arşın kazıp koklarlardı. Eğer kötü koku gelmezse oraya yerleşirlerdi.

Anadolu'ya binli yıllarda gelen ve Yörüklerin ilk öncüleri sayılan oğuz boylarının dağınık göçerleri, eski bir geleneklerini Anadolu toprakları üstünde de gerçekleştiriyorlardı.

O sıralarda; her yıl geçtikleri ve konakladıkları yere yeniden çadır kurmadan önce "dinlemesini bilenlerden" bir kişi kafileden ayrılıp bir gün öncesinden oraya gider ve yeri dinlerdi. Toprağın, ağacın, kurdun, kuşun, solucanın, börtü böceğin ortak bir sesi olduğunu bilen bu kişiler, çıkan ortak seste bir huzursuzluk olduğunu hissederlerse, adım atacak mecalleri kalmamış olsa bile zinhar oraya çadır kurmazlar, sessizce geçip giderlerdi.

Zira onlar; toprağın, doğanın, mekanın ortak bir sesi olduğuna inanırlardı. Bu kadim inanç birbirinden habersiz, dünyanın farklı coğrafyalarından doğayla baş başa yaşayan çoğu topluluk için geçerliydi. Her şeye olduğu gibi üzerine bastığı toprağa saygıydı, toprağın kendini taşıyıp taşımayacağını o seslerden anlar, ona ağırlık verdiğini hissettiği zaman da daha fazla yük vermemek için orada durmazdı.

272 senesinde göçerlerle uzun zaman geçiren ve onlardan bu meziyeti öğrenen Mardinli Matematikçi Mimar El Cevali (asıl adı Züheyde ) maharetini yaptığı mekanlarda kullanıyordu. İşindeki ustalık kulaktan kulağa yayılınca bu özelliğini, bulunduğu kentin valisi (Uralyanos) yeni bir saray yapması için kendisine gösterdiği alanda da (Hayrani tepelerinin olduğu yer) uygulandı.

Bir gün boyunca o yerin sesini dinledi ve sonunda valiye: Buraya saray yapmayın, eğer yaparsanız huzursuz olursunuz, zira toprak yaralı" dedi.

Vali bu tavsiyeyi umursamadı, Züheyde'ye sarayı yapmasını emretti. Mimar ölümü göze alarak bunu yapamayacağını söyleyince, vali onu Darende bölgesine sürgüne göndererek Roma'dan yeni bir mimar çağırdı. Sarayın yapımı iki sene sürdü ve sonunda Uralyanos göz alıcı yerine mahiyetiyle yerleşti.

Fakat ilk günden itibaren görmeye başladığı kabuslar, onun peşini bırakmadı. Eski sarayında melek gibi uyuyan iki çocuğu her gece çığlıklarla uyanıyor; herkeste bir mutsuzluk, huzursuzluk, huzursuzluk hasıl oluyordu. Saray hizmetkarları saraydan gitmek için peş peşe izin istiyorlardı. En sonunda karısı iki çocuğuyla birlikte kendini öldürünce vali, sarayı bırakıp eski yerine taşındı ve sarayını da hapishane olarak kullanılması için tahsis etti. (Tarihteki ilk ve tek hapishaneye çevrilen saraydır. Mahkumlar arasında çıldıranlar olunca vali, 5 yıl sonra yaptığı hatayı anlayıp sarayı yerle bir ettirdi.)

Züheyde'yi geri çağıran Uralyanos, ondan işin sırrını öğrenmeye çalıştı. Şamanlığın diğer inançlarla bir karışımı olan bu davranış şekli, sofu bir Hıristiyan olan Uralyanos'u yapısına ters gelse de yaşayarak tecrübe ettiği için bu durumun haklılığını kabul etti ve şehrin yeni mahallelerinin nereye, nasıl kurulacağı işini Züheyde'ye verdi. Böylece ilk şehir planlaması tarihte devreye girmiş oldu. Yeni mahallelere taşınan kişiler mutlu oldular, zira toprağın kendilerini kabul edeceği yerlere yerleşmişlerdi. Şehirde peş peşe yeni mahalleler oluştu ve şehrin mutluluğunu duyan diğer illerdeki insanlar, Mardin'e göçmeye başladılar.

Züheyde şehrin içini de kentin ve toprağın ruhuna iyi gelecek şekilde iyileştirdi. Şehir sekiz yıl içinde üç katı kadar alana çıktı. Geliri arttı ve Roma imparatoru Probus (daha sonra kendi askerleri tarafından öldürüldü), valinin bu kadar hızla şehri büyütmesinden hem memnun oldu hem de kendi bağımlılığını ilan edeceği için korktu. Bir şehrin mutlu olması tarih boyunca iktidarı elinde tutanların korkutan bir şeydir zira... Vali'yi ve Züheyde'yi Roma'ya çağırdı ama ikisi de yolda öldü (!)

 
YORUMLAR

Yazarın Diğer Yazıları

>> Yeni baştan sevmeli - 31.07.2015
>> Kader mi? - 23.06.2015
>> Prenses Odette - 12.06.2015
>> Bir çıkar yol bulsak? - 06.05.2015
>> Sarışın, seksi Brigitte Bardot… - 15.04.2015
Medyaloji Yazarları
Halef R.  VAYIS Neslihan KABAOĞLU Meltem AŞCİ Hüseyin MOVİT
Bozukluk gören gözde…
Tüm Yazarlar